Değerli Yarenler
Bindokuzyüzaltmışlı yıllardan itibaren Çankırı'ya gelirken Ildızım'dan saat üçbuçukta kalkan 'gece postası' dediğimiz tren ile sabahın dört buçuk - beş arası Çankırı istasyonunda olurduk. Elimizde yumurta sepeti , yoğurt depnileri ve heybe ile gideceğimiz adresler belliydi. Ya Ildızım'dan gelen ve Çankırı'ya yerleşen bir köylümüzün evine davetsiz misafir olacaktık, ya da Kiremitçi'nin kahvenin önünde sabahlayacaktık.
Çoğu hakkın rahmetine kavuşan Ildızımlı akrabalarımız, ekmeklerini bizimle paylaşmaktan mutlu olurlardı. Hastalık nedeniyle Çankırı'ya gelenler mutlaka Pansumancı Ömer Amca'ya misafir olurlardı. Bu parasız özel hastahanede yaralar, bereler temizlenirdi. ( Ildızımlılar Kabaş Dayı diye tanırlar) ve eşi Emine Hanım Teyze'nin sofrası Halil İbrahim Sofrası gibiydi. Koca çaydanlık ve üzerindeki demlik sıcak soba ateşi üzerinde kaynar dururdu. Ben düşünürdüm. Bu evin ekmeği hiç bitmez mi diye... Gerçekten de bitmezdi. Havanın soğuk günlerinde ve hastalandığımızda çalacağımız kapımız vardı. Bu kapının salı günü akşamdan itibaren kilitlenmediğini adım gibi biliyorum.
Çankırı'da TCDD de Makascı Mustafa( Kavas) Babamın kardeşi yani öz Amcam'ın vefatına kadar Foto Görçek'in önünden İmaret Camii'nin bulunduğu sokağa doğru çıkınca, sol kolda köşedeki eski bir konakta otururdu. Gelen, geçen komşuları ile mutlaka şakalaşırdı. Hepsi de bu güzel şakalara güzel karşılıklar verirdi. 1965 yılında vefatından sonra Çankırı'da bir kapımız daha kapanmış oldu.
Pansumancı Ömer Amca'yı iki yıl önceki ziyaretimde görememiştim. Emine Teyze'nin elini öpmek ve hatırını sorabilme fırsatını bulmuştum.
Yolu Kiremitçi'nin Kahve'ye düşenler ise, tatlı Çay köprüsünden Çankırı Kalesi yönüne uzanan ince ve uzun bir yolu adımlamak zorundaydılar. Eğer elinizde biraz eşya varsa , kahveye varıncaya kadar duman olursun. Kemal Dayımla geldiğimizde kimseye uğramadan bu kahveye çıkardık. Sabah ezanından sonra, simitçiler de ortaya çıkardı. Taze ve gevrek simitle şimdiki çay bardaklarını iki kez cebinden çıkaran, iri- kıyım çay bardaklarından üç kesme şekerli şerbet gibi çayı yudumlayınca 'ohhh' dememek mümkün değildi.
Kahvenin önünde yaz- kış ayakkabı boyacılığı yapan ve arada bir: Çoraplar dört katlı! diye bağıran Kahraman Abi koca göbekli ve üç günlük traşı ile hala gözlerimin önünde. Yaz- kış üşümeden üşenmeden otururdu. Onun hiç ayağa kalktığını görmedim. Sanki oturduğu tabureye çakılıydı.
Gün ışımaya başlayınca yavaş yavaş sokaklar hareketlenmeye başlar, memurların köy yumurtası ve yoğurt alış-verişten kazandıkları şıngır,mıngır paralar belde taşınan köylü dayılarımın keselerini doldururdu
En çok sevdiğim para sarı yirmibeşliklerdi. İki simit alabilirdik. Beş kuruş da yanımıza kâr kalırdı.
İstasyon Caddesi'nden aşağı ya doğru yürürken Sağlı, sollu iki eczane dikatimi çekerdi. Sevinç ve Uslu Eczaneleri.Vitrinlerinin önüne durur ilaç isimlerini okuyup, öğrenmeye çalışırdım. Ne işime yarayacak sa ? Daha aşağılara doğru inerken beyaz eşya satan Güryılmazlar vardı. Bir, iki terzi dükkanı olduğunu hatırlıyorum. Köşede bir de saatçi vardı. Anacığım öğretmen okulunu kazandığımda hediye olarak bir kol saati almıştı. O zamanlar bir kol saati en az iki üç koyun parasına maloluyordu. Askere giden gençler ödünç de olsa bir kol saati ve taktıkları onbaşı rütbesi ile sol eli çene altında bir resim gönderirlerdi.
Arkasına da bir not düşerlerdi.
' Kendim uzaktayım, hayalim yakın,
Resmime bakıp da ağlamayın sakın'
Şimdiki cep telefonu süksesini 60'lı yıllarda böyle yaparlardı. Teknolojiden kim geri kalır ki ?
Atatürk Heykeli'nin önüne geldiğimde, heykelin önüne durur heykeli bir güzel incelerdim. Atatürk'e elimi değmek isterdim. Tabi çok yüksekte olduğu için dokunamazdım. Ben heykelleri dokunulacak şekilde yapılmasını isterdim. Fakat bütün heykeller boyumdan büyüktü ve erişemiyordum.
Meydanın hemen önündeki Adliye Sarayı ve Hükümet konağı o zamanın en gösterişli yapısıydı. Giriş katını köylerden gelen insanlar doldururlar. Tavuk- kedi - köpek ve bebek kavgası ile mahkemeye düşen vatandaşlarımız mahkeme salonunda mübaşir'in cırlak ve son hecesini anlayabildiğim sesiyle davalı ve davacıları mahkeme salonuna çağırırdı.
Çankırı hapishanesi ile Adliye binasını bir yol ayırırdı. Sarı ve kasvetli görünüşlü bu binanın ne zaman yıkıldığını bilmiyorum ama oraya Çankırı!dan uzak kaldığım yıllarda yıkılmış ve yerine bir bir park yapılmıştı. Sağında solunda yer alan inzibat kulübelrini ve inzibatları aradım , yerlebir edilmişti.
İyi kötü anıları ile cezaevinin giriş kapısı dahi olsa koruma altına alınamazmıydı ? O sarı bina yıkılınca benim çocukluğumun Çankırı!sı da yerle bir olmuştu. Çünkü Kemal Tahir'in Körduman romanı orada yazılmıştı. Nazım Hikmet'in 'saksı'dan bahçem dediği Çankırı Ceza ve Tevkif Evi artık yoktu.
Yıkın beyler yıkın. Ayakta tarihimizi bize hatırlatacak ne varsa yıkın. Yerine betonları yığın. Bizi kültürümüzden, evimizden,barkımızdan, yurdumuzdan, yuvamızdan soğutmak için daha da çok yıkmanız gerekiyor. Yerine beton yığınlarını yığın. Çocuklarınıza anlatacağınız fazla bir şey kalmasın. Medeniyet denilen 'tek dişi kalmış canavar' aç, bilaç sizin kararlarınızı bekliyor.
Geçmişini bilmeyenin ve unutturulanın , geleceği hiç olmaz...
Çocukluğumdaki Çankırı'yı daha çok seviyordum.
Yeni Çankırı'ya yabancıyım.
Çankırı'mızın kültürel değerleri kadar eski yapılarını da korumaya varmısınız ?
Selam, sevgi ve saygı ile....
Düzenleyen Recep C - 26.03.2006 Saat 15:37