ÇANKIRI TARİHİNE 100 CANLI TANIK: HATİCE BAYRAM


Röportajlara başlarken ilk aklıma gelen isimlerden biri olan Hatice Teyzem’ i Çankırı’ ya geldiğinde hemen buluştum. Bize bu buluşmayı sağlayan yeğeni TC Mürüvvet Kırıkoğlu Yakar a, röportaj sırasında yanımda olan kızı Ümran’a röportajda yazıya dökmem de büyük emeği olan diğer kızı Mine Bayram’a çok teşekkür ediyorum. Serpil ÖZKAN

HATİCE BAYRAM
Anne adı : Sare
Baba adı : Mustafa
Doğum tarihi : 26.02.1939
Doğum yeri : Çankırı
Kardeşleri : Hasan, Ahmet, Adeviye
Lakapları : Babası – Kıbırlar / Annesi- Sağır Aliler
Eşi : Selahattin Bayram / Lakapları – Hacı Bayramlar

1939 yılında Su Deposu Mahallesi’nde doğdum.
İki ağabeyim vardı bana Kara Kız derlerdi. 18 yaş vardı aramızda. Ağabeylerimden 16, 17 sene sonra ablam olmuş. Sülalede kız yok dedemler çok sevinmiş, helvalar yapılmış, lira altınlar takılmış. Amcamın 3, babamın 2 oğlu var, büyük amcamın da hiç çocuğu yoktu. Ablamla aramızda bir buçuk yaş vardı. Yani sülalenin kıymetlileriydik.


Anne ve babamla ilişkilerim saygı odaklıydı. Annem daha otoriter, babam daha yumuşak başlıydı.
Küçük yaştan el işi öğretirlerdi. İğne oyası, nakışlar, sarma, kasnak işleri, beyaz iş, dantel, yün işleri… hepsini de küçük yaşta öğrendik.
Şimdi “yatsın uyusun kalksın büyüsün, okusun da okusun” şimdiki çocuklarla bizim zamanımızın çocukluğu çok farklı.

Mahallede çok arkadaşım vardı, Nezihe (cimcimamların gelini), Hacı Şükrülerin Hatice ve Gülşen (Hacı bayramlardan Eşber’in karısı), Gircenlilerin Kadriye, Gönül …. Çok çocuk vardı, çok oyun oynardık, ben oyunu çok severdim.
Beştaş, saklambaç, aç kapıyı bezirgan başı, çember yürütme, tebeşirle yılan şekli çizerdik sonra içindeki boşlukta gazoz kapaklarına parmağımızla vurarak ilerletirdik.

Evin bahçesinde dut ağacında asılı duran uzun bir salıncak vardı, hep dururdu bizde gidip gelip sallanırdık.
Yağmur yağınca mahallenin çocukları başlarına elek alırlardı.
‘’Çolu çolu lengerlek
Gökten bir rahmet gerek
Verenin oğlu olsun vermeyenin kızı olsun
O da çatlasın ölsün’’

Diyerek kapıları çalarlardı. Onlara evlerden yiyecek verilirdi. Eleklerin içini doldurur sonra oturup yerlerdi.

Mahallede Haşşıklardan Sait Amca (Sait Üçok) kürklü palto giyerdi. Bastonla bizi oynarken çağırırdı. Bakkal Sıçan Hamdi Amcaya çocuklara balıklı çikolata ver derdi.

Komşularımız Haşşıhlar vardı çok zengin Çankırı’nın ileri gelenlerindendi, camileri vardı. Kültürlü, Çankırı’ya gelen büyükleri onlar ağırlarlardı, davetler ziyafetler verirlerdi. Amcamlar, Tarhanacılar, Çağlagözler, Cebekavuklar diğer komşularımızdı.

Komşuluklar çok güzeldi, akrabadan ileriydi. Boynu eğri Tayyibe Teyze, Ak Nine vardı oğlu Mahmut Siğil çizerdi ve arzuhalciydi (yazıcıydı), benim de elimde siğiller vardı herhalde ‘Ocakdı’ o çizdikten sonra siğiller kayboldu.

Mahalledekiler durumu uygun olmayanları gözetirdi. Bizim ineğimiz vardı, Annem cuma sütünü eve hiç bırakmazdı dul kadınlara verirdi, yemeği çok pişirir benden gönderirdi. Ben Annem süt sağınca çiğ içerdim sütü hala çok severim… Bahçemiz vardı, annem gelen meyve ve sebzeyi Konu komşuya dağıtırdı.

Tarhanacıların Adeviye Hanım Teyzenin Annesi vardı, İp eğirip Tosya’ya satarlardı. İnce yapınca daha para ederdi onun için ‘sümek’ de (ip eğirme aleti) eğirirlerdi ipi ve daha ince olurdu.

Sitil denen küçük bakraçlarla yağ alırlardı pazardan, devletin güvencesi yoktu o yıllarda. Konu komşu katkısı ve kendi gayretleri ile hayatı sürdürürlerdi yaşlı, dul kadınlar.

Çocukluğumda, bahçede çalı çırpı ile ocaklarda pişerdi yemekler. Evde mutfakta ise odun ocağı yakılırdı. Çam odunu çok isli olur, tencere kapağına kadar islenirdi. Meşe odunu ise isli olmazdı, çoğunlukla o kullanılırdı. Odun külünü suyla çamur gibi karıp tencerenin kenarlarına sürünce temizliği kolay olurdu, ovunca pırıl pırıl çıkardı. Dikiş öğretmenim Nermin Solakoğlu anlatmıştı, annesi 3 kere çeşmeye göndermiş tencereleri güzel ovmamış diye. Yani tencere temizliği zordu, isi çıkarmak için uğraşmak gerekiyordu.
Önce evlerde odun ocakları vardı, sonra fitilli gaz ocağı daha sonra da pompalı gaz ocakları çıktı. Pompalı gaz ocağının memesi tıkanırdı, özel iğnesi vardı onunla açardık. Daha sonra tüplü ocaklar çıktı İpragaz derdik. Ne kadar rahatlık diye, herkes sevinmişti. İki büyük gözü, ortada küçük kahve gözü vardı.

Bizim evimizde sonbaharda odun sobası yanardı, kışın taş kömürü sobası (kömür sobası) yanardı. Kok kömürü yakardık, isi olmazdı. Kışın Tarhana çorbası da kaynatılırdı üstünde, ığıl ığıl olurdu. Sonbaharda evin ortasında bir de mangal olurdu, odun sobasının korunu mangala alır, kahveyi sürerdik işi bitince kenarlarında kapağı olur kapatılırdı.

Çocukluğumda kahveler mangala sürülür yani mangalda yapılırdı. Kül olmadığı zaman tabi mangalda olmazdı. O zaman ispirto ocakları kullanılırdı. Kavanoz kapaklarına tenekeciler üç ayak yapardı, sacıyak gibi. Kapağın ortasında da delik olurdu. Buraya kısa bir boru yerleştirirlerdi. Kavanoza ispirto koyulup içine de kalın Fitil yerleştirilir, fitilin ucu kapaktaki o borudan geçirilirdi. Fitil ispirtoyu emer ve yanardı. Söndürmek için fitilin üzeri özel kapağıyla kapatılır, böylece ispirto da uçmazdı. Sadece cezvede pişebilecekler için kullanılırdı. Çalışma mantığı gaz lambaları gibiydi. İnsanlar hayatlarını kolaylaştırmak için ne aletler yapmışlar.

Bir de evlerde su olmadığı dönemlerde mahalle çeşmelerinden su taşınırdı. Muhacirler kendi evlerine, bir değneğin ucuna iki bakraç yerleştirir, su doldurur onları da omzuna yerleştirip taşırlardı. İçme suyu satan Sakalar vardı, eşekle sokaklarda su satarlardı. Şehirde maddi durumu iyi olanlar, tatlı su ihtiyacını sakalara bildirir, o da eve getirirdi. Sucu Hotti vardı benim bildiğim, şimdi ismi aklıma gelen. Boyalca’dan şehre gelen köylüler (şimdiki Esentepe) Senek denilen kaplarla (Ağaç gövdesinden içi oyulmuş ,ağzı dar küp şeklinde kaplar) sokak çeşmelerinden tatlı su doldurur, eşeklerle evlerine götürürdü.

Çocukluğumda evlerde buz dolabı yoktu. Yaz aylarında ve Ramazanlar sıcak günlere denk geldiğinde; yüksekte bulunan dağ köylerinden köylüler kar toplayıp, sıkıştırılmış karı buz kalıpları şeklinde, sandık şeklinde telislere sarıp, eşeğe yükleyip şehre getirir ve Odun pazarında kiloyla satarlardı. Erkekler kiloyla buzu kestirip, hamallarla eve gönderirlerdi. Karpuzlar, sular bu buzun arasında soğutulurdu. Kalanı Yemek tencerelerinin etrafına sarılır doğal buz dolabı oluşturulurdu.
Buzdolapları yokken evlerin çoğunun alt katında, mağaza denilen soğuk odalar olurdu, yiyecekler orada muhafaza edilirdi. Evlendikten sonra ki evimiz Rum eviymiş, yukarı kısımdaki odalardan birindeki dolapların içinde kayalar vardı. Orada da buz gibi saklanırdı bazı yemek ve kışlık erzaklar.

Babam ayakkabıcıydı yani ayakkabı yaparlardı, fabrikasyon çalışırdı 8-10 işçisi vardı. Orta pazarda dükkanı vardı ve saygın bir kişiydi. Hasan ağabeyimin dükkanı da oradaydı, dükkanlar ayrıydı ama kazanç birlikti. Ağabeyim İstanbul’a giderdi, Kösele alınırdı suni bir şey yoktu o yıllarda Rum, Ermenilerden alırdı.

Ahmet Ağabeyimin ise Tabakhanesi vardı. Yani ham deriyi alır, imalata ve kullanıma uygun hale getirirdi. Sonra da babamlar bu deriyi kullanırdı. Derinin yetişmediği yerde ise, Gerede’den kösele ayakkabıların yüz (üst) derisi gelirdi. Gerede’de tabakhanelerde deri üretimi yapılırdı, oradan da dostlarımız vardı ,onlar gelir gider misafir olurlardı. Evde doğal oluğumuz vardı ıslatırlardı köseleleri, hamallar vardı onlar getirip götürürdü. Babam onu muştayla ezer, kalıp koyup bıçkıyla keserdi. Ablamın eşi de (Nihat Gümüşoğlu) Saya (ayakkabı modeli) yapardı, çok usta, ince işli bir sanatçıydı. Ankara’ya sayalardan verirdi, Togo diye bir marka gel bizimle çalış demiş ama evi barkı taşınmayı gözü kesmedi. Bizim ailenin nişan, düğün, özel gün ayakkabılarının sayalarını yani modellerini hep o çizerdi. Hepsi de özel tasarımdı.

Babam dükkana çırak alırdı, o kişi kendini yetiştirince önce kalfa sonra da usta olurdu. Bu süreçte babamın çalışanları evlenme kararı aldıklarında; düğünlerinde, baş donanmalarını ve güvey gezmelerini babam üstlenirdi.

Özellikle Çarşamba günleri (Pazar yeri kurulduğu için) dükkanın hasılatını babam ‘Zembil’ denilen deriden yapılmış bir çantaya koyar eve getirirdi. O zembil akşam siniye dökülür, tüm aile sininin etrafına oturur, parayı deste yapardık. Sonra babam hepsini toplar kasaya koyar ertesi günde İş Bankasına yatırırdı. İşleri çok iyiydi bolluktu. Arkadaşlarım okulda bana ‘çayda kum siz de para’ derlerdi. Okulda yardım toplanırken babam çok cömert davranırdı.

Babamın ‘İstiklal Savaşı Madalyası’ vardı. Savaşta İaşenin (mutfak erzakları) başındaymış. Kurtuluş Savaşı sırasında, Ordu Kastamonu da iken İzmir’e çağırılmışlar. Bazı yerleri yürüyerek, bazı yerlerde Trenle İzmir’e ulaşmışlar. İzmir’de Atatürk’ü ve karısı Latife hanımı gemiden inerken gördüğünü anlatırdı.
Babamlara; Tayyip Başer, Kemal Cenap (ikisi de akrabamız), Çiçinin Mehmet Efendi, Haşşıhların Sait Bey, Müfettiş Mehmet Bey misafirliğe gelirler sohbet ederler, askerlik ve savaş hatıralarını anlatırlardı.

Kurban Bayramında kurban evde kesilirdi. Evlenmeden önce; bizim ev kalabalıktı, dükkanda çalışan kalfa, çırak da çoktu, onlara da kurbandan pay verirlerdi. Sabah erken kalkılır, erkekler camiye giderdi, yer yatakları vardı çocukken onlar toplanırdı. Kahvaltıda ‘takım yemeği’ yenirdi. Arife günü pişirirlerdi yemekleri annemler. Nişanlı kıza koç alınır süslenir gönderilirdi, bana denk gelmedi.
Gezmeyi, el işini çok severim. Kayınvalidem de gezmeyi çok severdi. Her düğünden, gezmeden hep geç kalkardık.
Karşı mahallede kayınvalidemin bir arkadaşı oturuyordu. Asma köprü vardı Demiryolunun üstünde, o köprüyü geçerek onlara oturmaya gittik. Yine geç vakitti dedim ya hep geç kalkıyorduk gezmeden, ihtiyaç oldu annem lavaboya gitti, Tuvaletin üstünde ağaç varmış, rüzgarla ağaç dalları tuvaletin üstüne nasıl vurduysa kayınvalidem” hadi gidelim” dedi. Dönüş yolunda Asma köprüye geldiğimizde Korgun tarafı bembeyaz görünüyordu. Güneş okulu önünde polisler düdük çalıyor ‘evleri boşaltın sel geliyor’ diyorlardı. İnsanlar “aman her zaman böyle yaygara yapıyorlar” diyor, inanmıyorlardı. Ama Sel çaydan yavaş yavaş geliyor çör çöpü almış önüne.
Biz eve geldik komşu geldi ‘amanın bir sel gelmiş Vali konağının orayı aşmış’ dedi. Üst kata çıktım bir baktım ki vali konağının terasından su aşıyordu, yollar çok kalabalıktı. Zincircilerin evinin önünde Çiçinin Mehmet Efendi’nin evi vardı, evin 2 tane basamağı vardı o basamaklar kalmış, evin hepsini sel alıp götürmüş. Çiçinin Mehmet Efendi zengindi kızının ziynetleri falan hep selde gitti. Acı çayın oradan selin götürdüklerini toplayıp zengin olan çok oldu dediler o zaman, öyle hatırlıyorum. Hastane köprüsü sel suyu vurunca devrilmiş. 1958 senesiydi 2 yıllık evliydim.
Bir de ilkokul 3. sınıftaydım Çerkeş depremi oldu. Yaz günüydü. Babam dışarıda, annem içerde sedirde yatıyordu. Radyoda İzmir’in kavakları çalıyor, ben de yelek örüyordum. Bizim Konak bir çatırdadı zaten korkağım ödüm patladı. Konak nasıl sallanıyor, annemin dili tutulmuş yeh yeh diyor. Babam içeri koşarken üstündeki örtü yollara düşmüş, birbirimize sarılıp odanın ortasında hopladık. Sabaha kadar ter döktüm. Annem hep su döktü üzerime, çok korkmuştum. Hatırladığım iki büyük felaket bunlar.
Evlenmeden önce evimiz şimdiki Dr. Rıfkı Urga araştırma merkezinin biraz yukarısında, çıkmaz sokaktaydı. Evimiz çok büyük bir konaktı. Kapıdan girince büyük bir taşlık vardı, sol tarafta ayrıca küçük bir bahçe ve içinde doğal, nereden geldiği belli olmayan su akan bir oluk vardı. İçme suyu değildi, acı bir suydu. Biz bu suyla taşlık yıkardık, dükkanın köseleleri ıslatılırdı. O zamanlar sıtma hastalığı çoktu. Bazı komşular oğlanı sıtma tuttu diye gelir, soğuk suyu üzerine dökünce titrer iyileşirdi, inanç meselesi işte. Bizim evin arkasında Şaziye Hanım teyzelerin evinde de de, havuzlarını dolduran nereden geldiği belli olmayan su akardı. Taşlığın sağ tarafında evimiz bulunuyordu, evin önünde uzun bir taşlık ve parmaklıklar vardı, 2 katlı çok büyük bir konaktı. 2 basamakla Taşlığa (sofa) ve oradan da eve giriliyordu. Girişte ortada Divanhane (hol) vardı ve merdivenle üst kata çıkılırdı. Alt katta divanhanenin sol tarafında 1 oda ve banyo, sağ tarafında mutfak ve yanında büyük bir oturma odası vardı. Odanın içinde, ‘Şaan içi’ denilen bir kısım vardı parmaklıklarla ayrılan, yerden 1 karış yüksek, sonradan babam o kısmı düzlettirdi. Tavanı tahta oymalı ve çok süslüydü, dolapların kapıları yine tahta oymaydı. Üst katta uzun bir parmaklıklı sofa ve alt kata benzer odalar vardı.
Uzunyol’daki eve gelin geldim. Eski Rum evi. Arka tarafı kayanın içine oyularak yapılmış bir evdi; ön bölümde alt katta küçük 2 oda vardı aradaki çift kapı hep açık durduğundan, tek oda gibi görünürdü, mutfak ve avlu, üstte koridor ve buraya açılan 2 oda, birisi yatak odası diğeri misafir odası vardı. Avlunun sol tarafında 3 katlı ayrı bir ev daha vardı Değişik yapıda bir evdi. Orada Serezliler oturmuş daha önce, eve ilk elektrik alınan evlerdenmiş. Yukarı odalarda 2 avize vardı, ilk avizeyi onlar takmışlar…
Ben her şeyden çok korkarım. Kızken komşu gezmesine giderdik, babamlar iş yetiştirmek için dükkana gittiklerinde… Hikaye anlatılırdı, korkulu masallar anlatırlardı benim ödüm patlardı; Hortlak, patlak, ecinni, cin duyunca… Hikayelerde de hep onlar anlatılırdı. Evlendikten sonra da bu hikayeler anlatılmaya devam etti. Onun için ben karanlıktan, sokaktan, evde yalnız kalmaktan, üst kata yalnız çıkmaktan yani her şeyden çok korkar oldum. O zamanlar zaten bütün evler bana korkunç gelirdi.
SAYGILARIMLA SERPİL ÖZKAN

HATİCE BAYRAM (2)
Gazi ilkokulu’na gittim. Öğretmenim Sabriye Pamir’di. Yeni zenginlerin Melahat’in kardeşi İsmet, Sebahat Gökşen’in kocası Yılmaz, Terzi Erdoğan, Melahat, Nezihe, Fikriye, Şefika, Tuncel, Akter, Mediha, Türkan sınıf arkadaşlarımdı. Başöğretmenimiz (okul Müdürü) Mehmet Ali Beydi.

Okulumuzda öğretmen Tahir Selenay bana ‘gel bakalım tini mini hanım’ derdi. Bu yaşta hala unutmam çok hoşuma giderdi. Kızılay Kolundaydım, para toplardık. Öğretmenlerden ödümüz kopardı ama Sabriye Pamir öğretmenimizden hiç korkmaz çok severdim, o da beni severdi. Öğretmenimiz kaşar peyniri aldırırdı okulda mı yerdi hatırlamıyorum. Saygı çoktu ilişkilerde. Ben elime para geçince okula giderken yuvarlak yaş pasta alırdım Nurettin Ok’un babası şekerci Süleyman amcadan, ablam da keçiboynuzu alırdı. Süleyman amca çok güçlü bir insandı. 100 kiloluk varilleri taşırmış. Kızı Sonay ile de oynardım. Nurettin, Fahrettin, Hatice kardeşleriydi. Kurşunlu’lu Nezihe, Hatice öğretmenin kızı Bediz vardı oynardık beraber.
İlkokuldan sonra Kız Mesleğin dikiş kursu kısmına üç yıl gittim. Akşam Sanat denirdi. Nermin Solakoğlu dikiş öğretmenimdi. Okul önceleri Zincircilerin ahşap evinde başladı sonra şimdiki Kız Mesleğin olduğu yere geldi.

16 yaşım da dünür gelmeye başladı. Ağabeyimin arkadaşı, Hacı Bayramların oğlu Selahattin Bayram için geldiler, Zeki Çubukçu aracıydı. Ben üç ay gözyaşı döktüm evlenmem diyorum. Sözde veremediler ben tamam evlenirim demeyince, en son annem,
” Kızım istemiyorsun, herhalde Akşam Sanata giderken birini buldun o zaman diye baskı yaptı .
” yok anne ben bir delikanlıyı falan tanımıyorum diyorum, ama illa da evlendirmek istiyorsunuz verin de kurtulun deyince, hemen aşağıya indi Ahmet ağabeyime haber verdi tamam dedi diye.

Kayınpederim bilgili, kültürlü, doğru, dürüst, saygın bir insanmış, ‘Ulema’ (bilgili kişi) derlermiş. İmaret çeşmesi vardı sonradan kaldırdılar, orada küçük bakkaliye dükkanı vardı. Ben ilkokula giderken dükkanın önünden geçerdim. Çankırı’nın ileri gelenleri, hoş sohbet yaparlar fikir alışverişinde bulunurlarmış. Oğlan kardeşinin oğlu da Belediye Başkanı Halim Bayram’dı. Kayınpederimi Selahattin’in askerden dönmesine 1 ay kala kaybetmişler. Ben evlendiğimde 5 sene olmuştu vefat edeli.

Kayınvalidemin babası da Karataş Mahallesi müezzinliği yapmış ve medresede hocaymış ‘Mehmet Pekmez’, sesi çok güzeldi. Korgun köprüsünde bahçemiz vardı. Yalın sesiyle ezan okurdu öyle şimdiki gibi mikrofon yoktu, ikindi ezanı okunurken bahçeden sesini duyardık. Yolda yürürken “Geliyor Karataş’ın çıngıraklı müezzini “derlerdi. Çok iyi bir insandı beyaz sakallı, pamuk gibi, Hoca baba derdik… Ben gelin geldikten bir sene sonra öldü.

Evlenmeye tamam dedikten sonraya dönecek olursam;
Eşimi de ağabeyimle olan fotoğraflarından tanıyorum. Evlilik sözü verildikten sonra, biz annemle Ebcetin hamamına giderken kayınvalidem de Selahattin’le sokakta yürüyormuş, bizi görmüşler “Kıbırların kızı gidiyor bak” demiş, oda hangi yollardan geçerek karşımıza çıktı bilmiyorum, Serezlilerin arastadaki dükkanın oradan karşımızdan yürüyerek önümüzden geçti, orada ilk kez gördüm; fötr şapkalı, takım elbiseli ve kravatlı, yakışıklı dedim içimden… Bir daha düğün zamanı çeyiz yığılırken, görümcemin kocası Ekrem abiyle gelene kadar görmedim. Evde bir araya gelmedik hiç, geldiler çeyiz bakıp, yemek yiyip gittiler.
Akyazılı Nene söylemiş kayınvalideme tamam dediler diye… Önce gündüz kadınlar dünür geldi, sonra akşam erkekler geldi. Büyük dünürlük denirdi erkeklerin geldiğine. Ne takılacak, ne alınacak, konuşulurdu.

Nişanımda damat yoktu, o zaman genelde nişana damat gelmezdi. Annem Büyük Sinemayı tuttu. Kör Hasan keman çalardı, karısı Zatiye hanım cümbüş, Topal Ayşe tef çalıyordu. Nişanlı kızlar kaftan, evliler bindallı giyerdi. Masaya iki tarafın yaptıkları takılar, hediyeler dizildi. Kayınvalidem yere oturdu bir kumaş serdi onun üstünden yürüdüm, elini öptüm. Nişan evde olursa sütlü kahve yapılırdı. Bayanlar arasında olurdu. Ablam (Adeviye Gümüşoğlu) satenden kolsuz, eteği tüllü ve üzerinde şal olan bir elbise dikti onu giydim. Ben biraz sosyeteydim, severdim güzel giyinmeyi.

Boynumuza beşi bir yerde, İnci külte alınırdı. İnciye ‘külte’ denirdi. 10-18-30 salkım olurdu, herkesin durumuna göre. Bana elmas gerdanlık yapıldı. Yapamayanlar olanlardan emanet alırdı. Mesela Mühübe Hanım diye biri oğlunu evlendirirken benim gerdanlığı emanet alıp götürdü, 1 ay sonra geri getirdi.
Benden iki sene önce ağabeyim, bir sene önce de ablam evlendi. 3 sene üst üste annemler düğün yaptılar. Yengemin kaftanı, ziynetleri İstanbul’dan alındı. Kız tarafı gelinlik yaparsa, oğlan tarafı da kaftan veya bindallı yapıyordu, genelde böyleydi. Benim de kaftanı oğlan evi, gelinliği annem yaptı.
Düğün pazartesi başlardı.

Pazartesi günü iki tarafın okuyucusu ellerine verilen listeye göre kapı kapı dolaşır; şenlik, kına, nikah nerede olacaksa onları haber verirdi. Oğlan tarafı daha önceden hazırladığı sepete et, pirinç, tereyağı, sabun, hamam parası koyar kız tarafına okuyucuyla gönderirdi. Emine Hanım’dan (Kayınvalidem), Sare Hanım’a (Annem) diye gelirdi.

Pazartesi günü çeyiz sermeye komşular, iyi bilenler gelirdi. Çeyiz kız evinde serilirdi. Çeyiz görmeye oğlan evi şenlikten bir gün önce gelir dua edilir, çeyize bakılırdı.
Salı ya da Çarşamba ‘Gelin hamamı’ olurdu ‘hırızma’ denirdi.
Benim gelin hamamın olmadı ama çok gittim. Gelinin arkadaşları ve yakın akrabalarıyla olurdu. Oğlan evinden de birkaç kişi gelirdi. Gelin gümüş takunya, ipek peştemal, üstüne telli havlu örterdi. Hamamcının elinde zil, bir de hamam leğeni olurdu, altı dar üstü geniş…Dua edilerek, şarkılar söylenerek hamama girilir, havluları natır alırdı. Gelin hiç uğraşmazdı sadece otururdu, arkadaşları ve natır başını yıkar, keseler, sabunlardı. Eğlenceli olurdu. Kızın annesi kıymalı yaptırır, ayran hazırlardı.
Hamamda natıra bol para verirsen keseyi çok yapar, havluyla bekler, ayağına su döker, hizmeti çok yapardı. Okuyucuya bahşişi bol verirsen, Sen gittiğinde düğünlerde iyi yer ayarlarlardı. Haber verilen her kişi okuyucuya bahşiş parası verirdi.
Düğün yemeklerini hem oğlan evinde hem de kız evinde tutulan aşçılar yapardı. Aşçıların bazıları hem de Okuyuculuk yaparlardı. Saffet teyze, Meyrem teyze, Karaşaan, Takımcı Fatmanım şimdi aklıma gelenler. Okuyucunun pek çok görevi vardı; Kapı kapı gezip düğünü elindeki listeye göre haber vermek, düğün yemeği yapmak, düğünden 1 hafta önce baklava açmak, davet yapmak için gittiği evlerde verilen bahşiş parasına göre şenlik, kına ve gelin önünde misafirlere oturma yeri ayarlamakdı. Çalınan oyun havası değiştikçe, o şarkıda kim güzel oynuyorsa sırayla onları kayınvalidesinden izin alarak oyuna kaldırır, diğerleri izlerdi. Yani düğünde organizasyonu yaparlardı. Karaşahan teyze çok espiriliydi; kocası huysuz olan, evde ineği tavuğu olan, hadi kalkın artık der, sazendeler Cezayiri çalar ve düğün biterdi. Cezayir şarkısı çalınca düğün bitti anlamına geliyordu.
‘‘Cezayirdir koç yiğidin vatanı yar yaar
Aramazlar gurbet elde yiteniii
Aman Cezayir’’….

Şenliğim Cuma gün gündüz, şimdiki Kültür Sarayı’nın olduğu yerde bulunan Halk Eğitim binasında oldu. Kaftan giyindim. Şenlikte nişanlı kızlar kaftan, evliler bindallı giyerdi.
Kınam ise Cuma gün akşam evimizde yapıldı. Oğlan tarafı gelirdi kınaya, hem de çeyize bakılırdı. Bindallı giyindim kınada.


Cumartesi sabahtan evde Resmi Nikah kıyıldı. Siyah kırçıllı kumaştan Tayyör giyindim Akşam Sanatta kendim dikmiştim. 16 yaşımda olduğum için, babam imza attı yaşımı büyüttürmedi. Üç ay nişanlı kalmıştık. Annem, nişandan sonra hemen nikah olursa damat eve gelebilir Emine Hanım demişti. Ama nişan sonrası benim nikahım yapılmadığı için, biz birbirimizi bu 3 aylık sürede hiç görmedik. Ablamın nikahı, düğünden önce olmuştu o gezdi nişanlısıyla, benim önce olmadığı için biz hiç gezemedik.

Cumartesi İkindi namazından sonra oğlan tarafı çeyiz almaya geldi. Önden bir kırlent gider, oğlan çocuğu götürür damattan bahşiş almak için… Çeyiz gidince, kız evinden oğlan evine gidenler yerleştirir. Oğlan tarafına ‘dürü’ yapılır, bohça içine koyulurdu. Görümceye, eltiye, kayınvalideye, yakınlarına… Gelinin yüzü açıldığında (Düğünün ertesi gün, yeni evindeki ilk günler), el öpmelerde kayınvalide dağıtsın diye verilirdi.

Çeyizim çok güzeldi; iğne oyası yatak takımı ve örtüler, beyaz iş ve sarma işli yatak takımı, saten yatak örtüsü, saten yün yorganlar, yastıklar, süs eşyaları, yemek takımları, çay takımları ve o dönemlerde çok az evde olan ceviz koltuk takımı, sehpa takımı ve vitrin vardı. Benim çeyizi gören bazı erkek çocuklar annelerine, ‘beni de böyle çeyiz getiren bir kızla evlendirin’ demişler… Araboğların Müzeyyen hanım çok güzel, düzgün kasnak sallardı Beyaz iş takımımı annem ona yaptırmıştı, iğne oyası takımları ben kendim yapmıştım. 16 yaşında evlendim, daha 13-14 yaşımda o el işlerini nasıl da yapmışım… Yorganlar, yastıklar, bohçanın içinde yatak takımları, oda takımları, ceviz sandıkların üstüne dizilir, kıyafetler duvarlara asılırdı…
Sandığın içine taş, üzerlik, ekmek konulur. ‘Taş- ağırlık, üzerlik- nazar, ekmek- bolluk bereket’ anlamı taşır… Taş gibi otursun, bolluk bereket içinde olsun, nazar değmesin diye düşünülürdü.
Cumartesi akşam ayrıca kız kınası olurdu. Kızın arkadaşları ve misafirler eve gelir eğlenirler, sonunda geline eller ve ayaklar bileğe kadar kına yakılırdı. Kına görünmesin diyen kınayı hemen yıkardı, kınayı seven kırmızı olsun diye bekletirdi. Erkek tarafı kuruyemiş gönderir, kızın annesi yemek hazırlardı. Annemde evde yazma çörekleri, yiyecekler hazırladı akşam gelenlere. Benim arkadaşlarım da eğlenceden sonra gece bizde kaldılar hep birlikte.
Abim hem şenlik de, hem de kınalar da Kör Hasan ve eşini getirdi çalgıcı olarak. Yani abim 3 gün çalgıcı tuttu. Kör Hasan öldükten sonra ise Kör Ahmet çıktı o da cümbüş, keman çalardı. Topal Ayşe ve Fatma Hanım zilli maşa ve tef çalardı.
Bindallı, kaftan düğünlerde mutlaka olurdu, taçlar gerçek elmaslıydı. Tacın alnına gelen kısmına İnciden askı yapılırdı, elmas iğneler veya elmas gerdanlık askının üzerine yerleştirilir, yanlarına ve arkasına altınlar ve küçük iğneler yerleştirilirdi. Gerçek elmas taçlar makbuldü.
Kaftanı, bindallısı ya da tacı olmayanlar birbirinden öndüç alırdı. Var olanlar bir karşılık beklemeden verirdi birbirine…
*Oğlan evinde ise; Cumartesi günü damada ‘Baş donanma’ yapılırdı. Ağabeylerimin baş donanmaları evde yapıldı. Önce Takım yemekleri yendi, sonrada sazlı sözlü eğlence oldu. Selahattin’in de baş donanması akrabalarından Katip’lerin bahçesinde yapılmış. Pazar günü de ‘Güvey gezmesi’ yapılırdı, damat ve arkadaşları önce su deposu, bahçe ya da kırlarda eğlenmeye giderlerdi. Ailesi akşam evde takım yemekleri hazırlar, eğlenceden sonra herkes eve gelir ve yemek yenir, yatsı namazına camiye gidilirdi. Damat camiden, arkadaşlarıyla birlikte, ellerinde lükslerle evine getirilir ve evin önünde dua okunurdu.

Düğünüm Temmuz ayında oldu, 16 Temmuz 1956 ve hava çok sıcaktı…
Pazar gün saat 10- 12 arasında, kız evinde kadın hocalar tarafından ‘Gelin Mevlüdü’ okunurdu. Mevlüde, düğüne kız tarafından davetli olanlar gelirdi. Mevlüt okunup bitince, gelinin annesi hocaların önündeki siniye hocaların parasını koyar, sonra misafirler de ayrıca gönüllerinden kopan parayı atarlardı siniye. Sonrada kaç hoca varsa toplanan parayı kendi aralarında paylaşırlardı. Mevlüdün sonuna doğru hocalar ‘Gelin hanım gelsin’ derler ve gelin mevlüt okunan odaya gelir ayrıca dua okunur ve misafirler dağılırdı. Mevlüt sonunda oğlan evi gelin almaya gelmiş olurdu.

Gelin çıkarken Gelinlik giydim, elmas taç vardı, duvak onun üstüne yapılıyordu. Kırmızı yüz örtüsü olmadı, ağabeylerim vardı kuşak bağlayacak ama kırmızı kuşak da olmadı çünkü Çankırı geleneğinde bunlar yoktu… Duvağın yüzüne inerdi öyle gelin gidilirdi.
Oğlan evi arabalarla gelirdi, o zaman Çankırı’da üç, beş tane taksi vardı. Gelin kızın ailesi ve oğlan evinden gelin almaya gelenler kapıya dizilirdi. El öpülür ve Dua ile evden çıkılırdı. Gelin almaya kadınlar gelirdi, bir de aile büyüklerinden birkaç erkek olurdu. Oğlan tarafından Selahattin’in dedesi (Hoca baba), dayısı (Ankara’da Avukat olan Avni Pekmez) gelmişti. Damat o gün sabahtan hamama gider, damat tıraşı olur sonrada ‘Güvey gezmesine’ giderdi, o nedenle gelin almaya gelmezdi.
Gelin çıkarken Annem; “Kızım gözyaşı dökmüyorum; annen, baban, ağabeylerin var, Allah’ın gücüne gider, Allah yerinizde rahatlık versin’’ dedi. Öyle, gelinlikle gidiyorsun kefenle çıkacaksın diye bir şey duymadım. Çoğu kişi öyle diyor… Ne demek; evlilikte var, ayrılık da var ikisi de Allah’ın emri.

Ben baba evinden çıkıp, oturacağım kayınvalidemin evine gelince, ilk kez bundan sonra yaşayacağım evi gördüm. Eve girerken kapının önünde; bereket olsun diye şeker, ekin, para torba içine koyulup havaya atılırdı. Eve ilk girince Ocak başına getirilip ayak bastırdılar niye böyle yaptırılıyordu bilmiyorum ama herhalde ocağın, bu evde tütecek anlamına geliyordu. (o dönemde bütün evlerde Ocak vardı)
Gelin geldiğim evin avlusu küçük olduğu için, ‘Gelin önü’ (Düğün) yapılacak olan akrabalarından Katiplerin evine gittik hep birlikte.
Gelin önünde sazlı sözlü eğlence olurdu. Bu sefer oğlan evi ve kız evinin davetli misafirleri katılır ve eğlenirdi. Benim gelin önümde; bu sefer Selahattin’ler, Kör Hasan ve Zatiye hanımı tutmuşlar. Bu sefer evliler kaftan, Nişanlılardan isteyenler bindallı giyerlerdi. Kaftan giyenler mutlaka yanlarında 1 kutu şeker veya lokum getirirlerdi. Eğlence sırasında Okuyucuya verirler, o da isim söyleyerek, örneğin görümce Fatma Tokgöz’den ‘Şencelik’ diyerek etrafa saçar, lokumlar tepsiyle dağıtılırdı. Herkes kucağına düşen şekerleri alıp ya da hava da kapıp yerdi. Önce akrabaların evinde tüm misafirleri, sonra da çalgıcılar asıl düğün evine geldiler ve avluda akşam damat gelene kadar tüm yakın akrabaları eğlendiler.

Davetli misafirler, sazlı sözlü eğlendikten sonra da ‘Düğün yemeği’ verilirdi tüm misafirlere. Yemekte; Toyga çorbası (keşkekten yapılan yoğurtlu çorba), etli pilav, baklava, ayran, üzüm hoşafı veya şerbet olurdu. Gelin ve yengeler bu yemekten yemezdi.
Gelin evden giderken yengeleri de beraber gider. (Yenge, o gün gelinin yanında eşlik eden kişiler) Akşam yemeğine; Kayınvalide çorba, güveç ya da bütün et, pilav, tatlı, bamyadan oluşan takım yemeğini hazırlardı. Yağ da yumurta pişer kaç çocuk isteniyorsa o kadar kırılır, sini için de getirilirdi. Gelin yengeleriyle bu yemeği yerdi. İki abimin eşleri (Şükriye ve Kadriye yengelerim), Muzaffer abla (amcamın gelini) ve Tarhanacıların Perihan ablaydı benim yengelerim.
Yatsı namazından sonra, damat eve gelince Perihan abla;
“Cennetten bir gül getirdim,
Gülün emaneti sana,
Sizin emanetiniz de Allah’a
Hadi Allah sizi mutlu mesut etsin”
dedi… Elimi Selahattin’in eline verdi yani ilk kez eli elime değdi. Ve odadan çıktı… Önce Allah rızası için iki rekat namaz kıldık. Sonra eşimle ilk kez görüştüğümüz için kendinden, ailesinden bahsetti ve konuştuk.

O dönemlerde Balo yapanlar da oluyordu, Alafranga düğün denirdi. Yani şimdiki salon düğünlerine Balo deniyordu; müzikli, oynamalı, danslı, kadın erkek birlikte, haremlik selamlık yoktu. Hatırladığım, hem de akrabamız olan Gülsen Tanrıöver’in düğünü balo şeklinde Halk Eğitim binasında oldu.

Geline baklava giderdi, kız evi gönderirdi. Damatla ortadan yenirdi, sonra gittiğin yerlere hediye götürülürdü. Düğünün ertesi gün Çarşaf böreği gelirdi erkek tarafına kız evinden… (Hem kızını ver hem de börek yap gönder, yiyin diye) Kıyma, maydanoz konurdu arasına, baklava gibi nişasta ile ince açılırdı.
El öpmelerde; gelin ilk kez kaynanası ile akraba veya komşulara giderken, gelin annesinin evinden gelen baklavadan götürür, ev sahibi de geline hediye verirdi. Aile yakınları genelde altın takar, diğer gidilen evlerde para ya da herhangi bir hediye verilirdi.
Düğün ertesinde El öpmeye ilk Selahattin’in dedesi ve teyzesine gittik.

Perşembe günü kızın annesi çağırır oraya el öpmeye gidilirdi, sonrada sırayla diğer akrabalara…. El öpmelerde, eskiden evde kaftan giyilirmiş üstüne Bağdat bürmesi giyilip yola çıkılırmış. Kaynana da koltuğunun altına elmas tacın kabını alır, gidilen yerde bürme çıkar, taç takılır kaftanla oturulurmuş. Ben uygulamadım bunu…

Güzel bir adetimiz daha vardı Yakılı Kına. Düğünden önce oğlan evinde bulunan bayanlar sevinçten ellerine yakılı kına yakardı. Bizde büyük yengem, ablam, ben, büyük abimin kızları Sare ve Pakize, Ahmet abimin düğününde elimize yakılı kına yakmıştık. Ayrıca Ramazan ve Kurban Bayramında da yakılı kına yakılırmış.

Benim kayınvalidem pek severdi kınayı. Daha gençliğinde her Arife günü eve özel kına yakıcı gelirmiş. Üzeri nakışlı, özel bir muşamba makasla oyulur, mum alevinde ısıtılıp ele yapıştırılır. Üzerine kına sürülür sabaha kadar durur. Kına yakıldıktan sonra kayınvalidemin el ve ayakları sarılı olduğu için, kayınpederim sırtına alır yatağa götürürmüş kına bozulmasın diye… Ertesi gün kınacı gelir muşambayı çıkarır, özel ‘mürdesek’ diye bir ilaç hazırlayıp, el ve ayağın üstü, avuç içi, el ve ayak parmaklarındaki her biri ayrı desendeki nakışlı kınanın üzerine sürülür. Yarım saat bekledikten sonra yapılan ilaç yıkanır, simsiyah nakış meydana çıkar. El ve ayaklarda çok şık ve güzel bir görüntü olurdu.

Saygılarımla. Serpil ÖZKAN

HATİCE BAYRAM (3)
12 sene çocuğum olmadı ama ne eşim ne ailesi çocuğun olmuyor diye baskı yapmadılar. Eşimin otobüs şirketi vardı, hacca otobüsü gidiyordu o nedenle o zamana göre erken yaşta o da hacca gitti.

Hac da Siirt’li bir kadın eşim için, ‘’çok genç niye bu yaşta hacca geldi?” demiş. Karşı komşumuz Ehdamın Fatma Hanım Teyzede, o kadar genç değil 12 yıllık evli ama çocuğu olmadı demiş. Siirt’li teyze; buraya geldiğine göre itikadı var, dua ile bir pamuk ipliği bağlayalım, gidince karısı beline bağlasın, inşallah çocuğu olur demiş.

Selahattin gelince “al bunu beline bağla çocuğun olurmuş” dedi. Birkaç ay bağlamadım sonra bağladım. Ertesi yıl Hacıların geldiği gün kızım doğdu. İsmini Mine koyduk. Çünkü İplik Mina dağında 40 düğümle düğümlenmiş, babaannenin de ismi Emineydi ona da uygun dedik. İsmini kulağına babam ezan okuyarak verdi. Sonra bir kızımız daha oldu, onun ismini de Ümran koyduk.

Bebek doğunca, kız tarafı bebeğin yatağını ve yatak takımlarını, giyeceğini, beşiğini getirir, mevlüt okutulurdu. Lohusa; kucağında bebek, başında elmas taç giyerdi, yatak odası bindallı bohçalar, sim sırma işli yorgan yüzleriyle süslenir, üzerlerine yağlıklara şekil verilerek hoş bir görüntü elde edilirdi. Mevlüde yakın akrabalar çağırılırdı, hediyeli olduğu için herkes çağırılmazdı.
İki kızımda öğretmen oldu, büyük Biyoloji, küçük Felsefe öğretmeni, hala çalışıyorlar. Pandemiden sonra bende onlarla birlikte Düzce’de yaşamaya başladım.

Mutlu, huzurlu, saygı sevgi dolu bir evliliğimiz oldu. ‘Ama sen de ….’ ile başlayan cümlemiz olmadı birbirimize. Öyle olunca da zaten tartışma kavga olmuyordu. Herkesçe sevilirdi, sakin yapılı, hoş sohbet, her konuda bilgili, görgülüydü, akıl danışılan kişi oldu hep. Bir tokadını dahi yemedim, ağzından hiç küfür, kötü bir söz duymadım. Hep takdir ederdi, her yemekten sonra ‘‘ellerine sağlık Hatice hanım’’ demeden sofradan kalkmazdı. İlk evlendiğimizde bakkaliye dükkanı vardı, sonra Züccaciye dükkanı açtı. Çankırı’daki çoğu kişinin mutfağında onun dükkanından alınanlar hala vardır, kız çeyizleri ondan alınırdı.

Selahattin’le 58 yıl evli kaldık, 2014 de kaybettik.
Bayram deyince, çocukluğumdaki bayramlar geliyor hemen aklıma;

Ramazan’da babam çok davet verirdi. Arastadakileri, hamalları, fakirleri, mahallenin dul kadınlarını alırdı bazen habersiz gelen de olurdu. Ramazan’ın 10’undan bayrama kadar davetler sürerdi. Yemekten sonra misafirleri uğurlarken durumu iyi olmayanlara ‘Diş Kirası’ diye harçlık verirdi.

HATİCE BAYRAM (4)
İnsanlar çok şıktı. Atış okulu vardı. (Askeri okul) Subay eşleri tayyör, tüylü, tüllü şapkalar, giyerdi. Çankırı’lı hanımlar da çok şıktı. Dışarda kışın manto yazın pardesü giyilir, başa yarım baş örtüsü bağlanırdı. Abim İstanbul’dan yabancı mecmualar alırdı, oradaki kıyafetlerin modellerini terzilere diktirirdik. Bazılarını ablam dikerdi. Evlendikten sonra da bu alışkanlıklarım devam etti. Topuklu ve şık ayakkabılar giyilirdi. Bazı kişiler kışın ayakkabılarının dışına ‘’şason’’ giyerlerdi. İçeriye girerken şason çıkarılır, ayakkabılarla içeri girilirdi. Şemsiye kullanılırdı. Yeni Gelinler siyah manto, siyah eldiven, siyah çanta ve ayakkabı giyerlerdi bakmaya doyamazdın. Milli bayramlarda topuklu ayakkabılarla öğretmenler tayyör giyer, kolunda çanta olurdu. Bayramlar çok coşkuluydu öncesinde provaları olurdu. Bayramlar statta yapılıyordu seyirci halk çok kalabalık olurdu. Bunları çok özlüyorum.
Çankırılı bayanlardan bazıları arkası dikişli ince ipek çoraplar giyerlerdi. Bu çoraplar giyildiğinde dikkat edilmesi gerekiyordu, arka dikişi düzgün olmalıydı. Çoraptan ilmek kaçarsa, İhsan Ülker’in dükkanında ilmek çekme makinası vardı, oraya götürülüp onarılırdı.

Erkekler başta fötr şapka, takım elbise, kravat ve şık ayakkabılar giyerlerdi. Yaşlılar ellerinde baston ile dolaşırlardı sokaklarda. Müftü Ravi bey, Perihan İlhan’ın babası Şükrü bey, Hamit Şehirlioğlu, Sait bey, Müftü Atağ Efendi sokakta bastonla yürürlerdi.

Çankırı’da hamam geleneği vardı. Hamama gittiğinde kapıdan girince natır valizini elinden alır açar, üstte yaygı (örtü) vardır onu alır yere serer, sen o yaygıya oturursun. Soyunursun kıyafetlerinin asılacağını askıya asar, katlanacaklarını valize katlar koyar. Hamam tasına sabun, kese, lif koyulur. Natır onu alır, sen de peştemalini bağlarsın, natır önde sen arkada seni içeriye götürür. İçeride ortada yuvarlak bir alan etrafında kenarlarda kurnalar, ortada göbek taşı bulunur. Kenarlarında kapalı odalarda vardır halvet adı verilen. Kapalı olan yer yani halvet önceden ayırttırılır. Başını yıkayıp iyice terleyince tas tas suyla ortadaki yüksek mermer taş (göbek taşı) yıkanır oraya çıkarsın keselenirsin. Natır sırtını keseler bahşişi çok verirsen ilgi alaka daha iyi olur. Yıkanıp bitince abdestlenir natıra seslenirsin. O senin valizden havlunu alır gelir. Tasa su doldurur dışarı çıkarsın, yerine otururken ayağına su döker. Havuzun içindeki gazozlardan ister, buz gibi içersin.

Ekmekler evde yapılır, dışarıdan hiç ekmek alınmazdı ayıp sayılırdı. Ekinler alınır yıkanır, çuvallarla değirmene gönderilir, öğütülür, un haline getirilirdi. Eve gelince, un soğuk yerlerde muhafaza edilirdi. Evde İnce elek ve yoğun elek vardı. Yoğun elekten elenenler nişasta gibi olurdu, baklava hamuru yoğurulurdu. Diğerler hamur işleri için, ince elekten geçenler kullanılırdı.
Annem İnce ekmek ve bazlama yapardı, bir de çörek çektirirdi..

İnce elekten elenen undan; büyük bir tavada mayasız sade bir hamur yoğurulur, paziler yapılır, Ocak yakılıp üstüne sac konurdu. Paziler incecik açılır sacın üstünde pişer ona ince ekmek denir. İnce ekmeğin 3 tanesi yan yana konur ‘külte’ denirdi.
Bazlama için Mayalı hamur yapardı, onu pazi yapar, eliyle yassıltır, çarşafın üzerine serer yer mayası aldırırdık. Tabi onu da sacta pişirirdi. Ayrıca alttaki 3 ayaklı sacıyağın üstünde, bazlamanın kenarlarını çevire çevire pişirirdi böylece kenarları da pişerdi. Yerken içi açılır etlik kıyması, küpecik peyniri konur ocakta ısıtılır, yenirdi. Oof of ne lezzetli olurdu.

Annem ayrıca tenekeyle fırına un gönderir ‘çörek çektirir’di. Şimdinin somun ekmeği gibi. O da kokulu kokulu çok güzel olurdu. Unlar kepekli ve tam buğday unuydu, ekinler ilaçlama yapmadan yetiştiriliyordu, o nedenle çok faydalıydı, her şey doğaldı…
Annem su böreğini çok güzel yapardı. Alt ve üstüne hamurunu, baklava hamuru gibi ayrı yoğurup, nişasta ile incecik açar, bir sıra alta bir sıra en üste haşlamadan koyardı, duvak denirdi. Ara hamuru için, 5 yumurta kırar, alacağı kadar su ve un koyar, tuz ekler ve katı bir hamur yoğururdu. Aradaki hamurları açıp haşlar, suyunu süzdürür, her kata tereyağ sürer, tam orta kata ilkbaharda gıcır gıcır evde yapılan taze peynir ve bahçenin maydanozunu koyardı. Sonra odun ocağının söndürülmüş közünde, siniyi çevire çevire, altı kızarınca da alt üst ederek pişirirdi. Anemin su böreğini herkes çok beğenirdi.
Tüm hamur işleri farklı şekilde ocakta pişerdi. Örneğin yumurta tatlısı ve baklava; sacayağının üzerine Sini (büyük bakır tepsi) koyulur, Sini genişliğinde ayrıca yüksek bir sacayağı daha koyulup onun da üzerine sac koyulurdu. Altta yanan meşe odununun közünden alınıp sacın üzerine koyulur ve arada baklava, yumurta tatlısı pişerdi. Yani doğal fırın oluşturulurdu.

Etlik yapılırdı. Ayaklı hayvan (canlı hayvan) alınır kestirilirdi. Az gibi olursa kasaptan kesilmiş hayvan alınırdı ona da gövde denirdi. Keçi etinden yapılırdı etlik. Etler kıyma yapılır ve evde tavalarda, tuz koyularak iyice kavrulur ve bakır leğenlere basılırdı. Yemeklerde bu kıyma kullanılırdı.
Sızgıç; kaburgaları ise küçük küçük kırılır ayrı kavrulur, bazı yemek ve çorbalarda kullanılırdı.
Demircilerde hayvanın kelle ve ayakları ütülenir, eve gelince sıcak suda ıslatılır gelip gidip yıkanır. Ayağın tırnak araları, kellenin burnu, dişleri temizlenir sonra da kelle paça pişirilirdi. Tam kolajen kaynağı.
Sucuk ve pastırma yapılırdı. Pastırma, etliğin kalın but yerlerinden yapılırdı, ağabeyim nerden yapılacağını bilirdi. Etler; bol tuzla terbiyelenir 3, 4 gün tuzda bekletilirdi, sonra kurutmaya asılırdı tuzlu suyu akardı. Kuruduktan sonra annem çemen karardı ona yatırırdık o da iyice kurutulur, ince ince kesilerek kahvaltıda yenirdi. Ramazan adetlerimize göre her akşam pastırmalı yumurta pişirilir, kapaklı sahanlar da sofraya konur ve üzerine limon sıkılarak yenirdi.

Kadınlar yan yana gelince kundak içi yapılırdı. Lahana tuzlu suda haşlanır kundak içi sarılıp yenirdi. Zeytinyağlı lahana sarmasına kundak denirdi.
Yazma çöreği çok yapılırdı, el açması ve bol cevizli. Şimdi kesiliyor eskiden elimizde parçalardık. Perihan Sezgin eski usulü sürdürdü uzun yıllar.
Kakırdakla katı bir hamur yapardı annem, kızdırılan ocağın taşına hamuru koyar, sacın üzerine köz konur pişirilirdi. Kül çöreği denirdi çok lezzetli olurdu.

Nişasta suyla katı göz göz oluncaya kadar pişirilir, tepsiye dökülür. Şurup (şekerli su) yapılır içine gül suyu katılır. Muhallebi küçük kare kare kesilir. Üzerine soğutulmuş şurup dökülür ve buz gibi yenir. Su muhallebisi denirdi ismine ve babam çok severdi. Annem yazın hep yapardı.

Palize, pekmezden yapılırdı. Biraz sulandırılmış pekmez, nişasta ile yoğunlaştırılır kaselere dökülüp yenirdi.
Birde süt balı yapardı annem, duttan yapılırdı. Onun özel kıl torbaları olur, dut içine konur şıkır şıkır suyu süzülür, şıra yapılır. Bir ölçü şıra bir ölçü süt kaynatılır. Uzun şipidikle (uzun çubuk ve ucunda kitap sayfaları gibi kesilip çubuğun uç kısmına dikilmiş patiska bez den oluşan mutfak gereci, yağlı ekmekte bununla yağlanır) bahçede yakılan ocakta, tavada karıştıra karıştıra pişirip küplere koyardı. Ceviz ezilip üstüne konarak yenirdi. Çocukluğumun lezzeti….

Pestil yapılırdı. Erik kaynatılır, kevgir den geçirilir. Tahtalar vardı özel, kenarlı… Onlara dökülür güneşte kururdu. O pestil kaldırılır, kullanılacağı zaman suyla ezip yumuşatılır, bardakla içilir ya da ekmek bandırılırdı.
Ramazan geceleri tereyağlı okla ekmeği (yağlı ekmek) yapılırdı. Babam çullamayı (yumurtalı ekmek) daha çok severdi.

Davetlerde ve özellikle Bayram yemeklerinde Bütün et yapılırdı. Bütün et bol soğan, salça, baharatla terbiyelenir, bir gece bekletilirdi. Etin soğanları silkelenerek, içine ayrıca kemikli et, salça, su ve baharatlar koyularak pişirilirdi.
Annem ayrıca soğüş pişirilen yağsız ete, kestane salardı. Birazda şeker koyardı. Çok lezzetli olurdu. Kestane salması denirdi.

Erik salması, yapılan etliğin kaburga kemikleri kavrulur, onun da içine kurutulmuş ameskene eriği salardı. İçine ayva koyulunca da Ayva salması denirdi. Salçasız, arzuya göre biraz şeker eklenen söğüş yemeklerdi.
Semiha hanım teyzede Kabak salması yapardı. Uzun uzun kesilip kurulmuş kabaklar haşlanır, haşlanmış nohutla pişirilirdi.
Annem bir de cızlama yapardı. Çok yumurta koyup nişasta ile yoğunlaştırır, tavaya incecik döküp pişirirdi. Lezzeti çok güzel olurdu.
Ben de arada yoğurt tatlısı yaparım,
3 yumurta
3 kaşık taze yoğurt
1 çay kaşığı karbonat
yeteri kadar un
boza kıvamına gelene kadar karıştırılır. Kaşığın ucuyla kızgın yağa akıtılır ve kızartılır. Soğuyan şerbete dökülür.

SİRKE YAPIMI:
Bahçemiz, bahçenin yukarı kısmında Üzüm bağlarımız, arada meyve ağaçları ve aşağıda sebze ekip dikilen kısımlar vardı. Ayrıca Korgun’da da üzüm bağlarımız vardı. Hiçbir şeyi israf etmezdi annem, eskiden su boldu, meyve çok olurdu. Yere düşen elmayı ve üzümleri, 2 büyük tahta fıçımız vardı onlara doldururdu. Üstüne su koyardı kış boyu, ilkbahara kadar fıçılar dolardı. Elmadan ve üzümden yapılırdı. Baharda fıçılar kazanlara boşaltılır, bir de özel toprağı olurdu onu koyardı. Bir taşım kaynatılır o kesilirdi. Sonra kıl torbalara doldurulup ağaca asılırdı, kıl torba yanlardan mengene gibi bir aletle sıkıştırılır, meyvelerin tüm suyu çıkarılır yani cöpresinden ayrılırdı. (meyvenin sıkılmış kalıntısı) Altına hereni (küçük kazan) koyardı, cıp cıp damlardı. Cam gibi suyu yüzüne çıkar, kalan bütün tortu dibine çöker sonra da büyük cam damacanalara doldurulup kullanılırdı. Öyle güzel sirke olurdu ki, ilaçlama yok her şey doğaldı.
Turşular toprak küplere konurdu. Fasulye, biber, salatalık, patlıcan doldururdu, sarımsak eklenir, ayrı ayrı küplere yapılırdı, çok güzel olurdu hiç bozulmazdı.
Annem şifacıydı, yarı doktor gibiydi. Kırık olan gelirdi, yarası beresi olan gelirdi. Tane sakızı, balmumuyla bir şeyler kaynatırdı onunla yara bereye ilaç yapardı. Nane ruhu yapardı evde. Bakır tencerenin ortasına bir tas koyulur, tasın etrafına biçilmiş saplı naneleri koyup, nanenin üstüne de bir miktar su koyar, bakır tencerenin kapağını ters kapatırdı. Buhar çıkmasın diye tencerenin ağzı hamurla sıvanırdı. Nanenin suyu buharla birlikte içindeki tasa dolardı. Tasın içinde tadı acımsı, rengi yeşilimsi bir sıvı birikirdi onu da küçük şişelere doldururdu. Karın, baş, diş ağrısına, mide bulantısına iyi gelirdi. Sare hanım oğlanın dişi ağrıdı, kızın karnı ağrıyor diye isteyenlere verirdi.

1970 -80’li yıllarda ‘Kabul günleri’ vardı. Uzun yıllarda devam etti sonradan paralı günler çıktı. Çankırı’da herkes birbirini tanıyordu. İsteyenler, her ay seçtiği bir günde misafir kabul ediyordu. Tabi aynı tarihe denk gelen farklı kişilerin günleri de oluyordu. Örneğin, her ayın 1’i Mediha hanımın, 13’ü Makbule hanımın ve Pakize hanımın, 27’si Lütfiye hanımın gibi … Herkes tarihleri biliyor istediği kişiye gidiyordu. Kaç kişi misafir geleceğini ev sahibi bilmiyordu. Bir ay oturacak yer kalmazken, diğer ay iki üç kişi gelebiliyordu. Benim kabul günüm yoktu ama o günlere gidince şu günde ben bekliyorum diye davet ediyordum.
SAYGILARIMLA SERPİL ÖZKAN

HATİCE BAYRAM (5)
Karaköprüde pek çok ailenin bahçesi vardı. Lakaplarıyla anılırdı bahçeler… Kıbırların, Patpatların, Mehricanların, Kolağasıların, Askerağaların, Karpuzcuların, Cebekavukların, Keşlerin, Gamzelilerin, Hacı Şükrülerin bahçesi diye… Bahçe köşkleri vardı, baharda taşınılır sonbaharda dönülürdü. Şimdiki yazlıklar gibi.

Karaköprü bahçelerinde arklar vardı. Suyu en gür olan Değirmen arkıydı, ayrıca Hoca Musa ve Paşa arkları da vardı. Sular, cam gibi pırıl pırıl, tertemiz akardı. Bazı yerleri havuz gibi genişti. Benim bir arkadaşım vardı, yüzmeyi ben o arkta öğrendim derdi. Şimdi maalesef arklar su oluğu gibi kaldı. Yazları bahçede kalırken arkta gıcır gıcır bulaşıkları yıkardık.

O zamanlar, çövenle yıkanırdı bulaşıkta, yünlü giysilerde. Çamaşırları beyaz sabunla yıkardık. Özellikle yünlü çamaşırlar, sabunla yıkanmaz çövenle yıkanırdı çekmesin diye. Çöven hazır alınır, birazını suya katarsın köpürür, sadece yünlü çamaşır yıkanırdı.
Bir de kil vardı. Ocak yakılır, Kilin bir kısmı kaynayan kazana atılırdı. Çamaşırlar bu suyla yıkanır. Yıkanmış çamaşırlar, yeniden bu kazanda bir kaynar sonra çıkarılır, bir daha yıkanıp durulanırdı. Bembeyaz ve yumuşacık olurdu.

Çankıra’da bir de ‘Çamaşırhane’ler vardı orada yıkanırdı çamaşırlar. Taşlar vardı taşların üzerinde yıkanırdı nadir de olsa tokmakla yıkayan da olurdu. Kocaman tahtadan oluk vardı, orada durulanırdı çamaşırlar. Sonra çamaşır bitince ocağı temiz su konulur, küçük çocukları varsa çocuklar da yıkanırdı.

Çocukluğumda Kuşkuş diye seslenilen babamın kalfası vardı eşi Nazik hanım. Akşam oturmasına geldiklerinde birbirinden bağımsız, saatler süren masallar anlatırdı. Bizde dizinin dibinde oturur dinlerdik.

Evlendikten sonra; kayınvalidem ve kayınvalidemin kız kardeşi Hayriye Annem gezmeyi, eğlenmeyi pek severlerdi. Hayriye annemin eltisi ve kayınvalidesi de gezmeciymişler. Bir kız büyütmüşler evlat gibi Nuriye Ablayı… Onu da Hayriye Annemin kayınvalidesi kardeşinin oğluna almış. Durumu uygun olan çoğu ailelerde bu adet vardı. Haşşıklar büyütmüştü, Ehtamın Fatma Hanım teyze de çok çocuk büyütüp gelin etti. Bazısı evlat gibi bazısı hizmetçi gibi büyütürdü. Hizmetçi gibi olana ‘besleme’ derlerdi, evlat gibi olana ‘büyütme’ derlerdi. Nuriye abla büyütmeydi… Ud çalmayı kayınvalidesi öğretmiş. Fatma teyze tef çalar, kimileri darbuka çalarmış. Akşamları, ev gezmelerinde hoş sohbetten, yeme içmelerden sonra sıra eğlenceye gelir; sazlı sözlü, oynamalı gülmeli otururlarmış. Bazılarını büyüklerden duydum bazılarını ben de yaşadım.

Selahattin teyp almış (makaralı olanlardan), kayınvalidemin arkadaşları bize oturmaya geldiler. Toruşların Adeviye Teyze, Feride Abla, Katiplerin Hafize Teyze, Damlamca dan Fatma Hanım, Rabia Teyze hoş sohbet, espritüel insanlardı. Otururken çalan teypte oyun havalarını duyunca kalkıp oynamaya başladılar, çok eğlendiler. Yani o zaman insanlar mutluymuş. Gelirleri az da olsa eğlenmeyi bilir, günlerini gün ederlermiş.

Karaköprü bahçe gezmelerini kayınvalidemden duyardım. Yazın Karaköprü’de bahçesi olanlara toplanıp gidilir, yeme, içme, sohbet ve sonunda oynamalı, gülmeli eğlenceden sonra hoşça vakit geçirip evlerine dönerlermiş. Bahçeler uzak olduğu için ya faytonla ya da at arabalarıyla giderlermiş.

Çankırı’ya ilk ‘tenezzüh trenleri’ gelmiş, Ankara’dan gelen trene Çankırı’dan biner Apsarı’ya gezmeye giderlermiş. Bir gün kayınvalidem de temizlik yapıyor her yeri kaldırmış sedir, somya… Kardeşinden haber gelince öylece bırakmış. Oğlunu kızını almış trene binip gitmişler. Akşam kayınpeder geliyor, evde her yer her yer de dönüşte kızmış ama kayınvalidem gezmeyi sevdiği için hiç umursamazmış… Dönüşte yine trenle gelirlermiş.

Katiplerin evinin avlusunda havuz vardı. Yerler Ildızım taşı döşeliydi, havuzun yanında dut ağacı vardı. Havuzun kenarları yıkanır, kilimler serilir oturulurdu. Bir gün, İskiliplerin Pakize Teyze (kızı Hatice arkadaşımdı) tavuk pişirdim yemek hazır diye konuşurken, Katiplerin Hafize hanım teyze duyuyor. Aynı gün oturmaya Katiplere geliyorlar, ev anahtarı cebinde takılı. Hafize Anne cebinden anahtarı alıyor, usulca gidiyor Pakize teyzenin evinden gizlice tavuğu alıp getiriyor. Misafirlerine bulgur pilavı pişiriyor üzerine de tavuğu didip ikram ediyor. Pakize Teyzede, bugün bende tavuk pişirdim, yemeğim hazır diyerek rahat rahat akşama kadar oturuyor. Evde akşam sofraya tavuk tenceresini getirip kapağı açınca birde ne görsün tencere boş… Tabi anlıyor ki gündüz yediği tavuk kendi pişirdiği tavuk… Sonra bunu anlatıp, gülüşüp eğleniyorlardı.

Ayşe hanım teyze vardı yorgan dikerdi. Çok espiriliydi, çok güldürürdü, hoş vakit geçirtirdi bizlere anlattığı hikayelerle, yaşadıkları da zaten hikaye gibiydi.
Tahta köprünün sol tarafından çıkan sokağa ‘Damlamca’ denirdi. Orada oturanların hepsi de şen şakrak çok eğlenceliydi. Komşuluk ilişkileri sevgi dolu olan bir mahalleydi. Orada oturan Topal Musa’nın oğlu Mustafa askere gidince, Kore’ye göndermişler. Şimdi Koreliler lakabı oradan geliyor. Annesi ve kız kardeşi her gün kaleye gider, Karatekin dededen yardım ister, dua ederlermiş oğlumuz sağ salim gelsin diye. Bunu tüm mahalleli bilirmiş. Yine Damlamca’da oturan komşuları Saliha abla (Kasap Satılmış’ın karısı), soba yanıyor ya boruları temizlemek için sopanın ucuna bez dolanır borular temizlenirdi. İşte Saliha abla, atılan bir kurumlu bezi, kara kurumuyla bir kutuya koymuş üst üste bohça yapmış sonra da Korelilerin evine girip yüklük dolabın da yorganların arasına koymuş.

Evdekiler akşam yatakları yapmak için yüklüğü boşaltırken yorganların arasında bohçayı görüyorlar. Biz her gün dua ediyoruz Karatekin Baba bir şey getirdi, hızır uğradı herhalde, dualarımız kabul oldu diyor sevinçle açıyorlar bohçayı, içinden bir bohça daha çıkıyor, onu da açıyorlar bir bohça daha, son bohçadan ise birde ne görsünler kurumlu pis bez çıkıyor… Sonra durumun şaka olduğunu anlayıp gülüşmüşler…

O zamanlar samimiyet, hoşgörü, iyi niyet vardı … Şimdi samimiyet yok, arkadan konuşmalar çok…
*Babamın dükkanında ustası Sait amca vardı. Hanımı Kurşunlu’nun kırsal bir köyünden gelin gelmiş. İsmi Azime ama herkes ona Azik diyordu. Kaynı Topal Musa’larla birlikte oturuyorlarmış. Kaynı karpuz göndermiş, Azik de hiç görmemiş karpuzu, yeşil bir şey kabağa benzetmiş, kesip ocağa koymuş, bir de bakmış ki su olmuş. Akşam karpuzu kesip getir diyince ben onu pişirdim su oldu demiş.

Kaynı bir gün de kuyruk yağı göndermiş, doğra, sızdır demiş. O da sızdırma ne bilmiyor üstüne suyu koymuş pişirmiş küpeciklere doldurmuş. Akşam sızdırdın mı deyince, iki küp oldu koydum demiş… Öyle olmaması lazım, çok azalması gerekirken nasıl o kadar çoğaldı demişler, sonra nasıl sızdırdığını anlatınca durumu anlamışlar.


‘’Ne hayatlar, ne kadar anlayışlı insanlar varmış’’ Aslında çok zor ve acı olan hayatlarını anlatarak eğlenceli hale getiriyorlarmış. Çocukluğumda büyükler yaşadıklarını hikaye gibi anlatır biz de bunlara gülerdik.
Bu anlayışı bu samimiyeti özlüyorum. Eski komşulukları, sır saklayan adam gibi adamları özlüyorum.
SAYGILARIMLA SERPİL ÖZKAN


Çankırı Araştırmaları Sitesi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için abone olun.

Yorum bırakın

WordPress.com Tarafından Desteklenen Web Sitesi.

Yukarı ↑

Çankırı Araştırmaları Sitesi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin