Bazen Alibey cami önündeki, bazen Büyük Cami önündeki çeşmede, çoğu zamanda hastane köprüsünün başındaki çeşmede onu görürdüm. Pantolon paçalarını çorabının içine sokar, soğuk kuyu lastikleri ile paytak paytak ama tam ördek gibi de değil, sağa sola sallanarak yürürdü.
Kısaca boyluydu. Sırtında omuz yerleri güneşten ağarmış trenci ceketi, başında da trenci kasketi eksik olmazdı. Soluk gömleğinin düğmeleri boynuna denk gelen yerine kadar ilikliydi. Yazın gömlek, kışın ise kazak üzerine giydiği devetüyü aba yelek vazgeçemediği aksesuarıydı. Yüzü hep gülerdi, onu somurturken hiç görmemiştim.
O paytak paytak yürürken, önünde, her ne kadar bahçeci Kara İsmail’in pehlivan görünümlü yiğit mi yiğit şeer eşeğine benzemese de ondan az biraz kavruk, az biraz çelimsizce olan çilekeş eşeğinin hızına erişebilmek için hızlı, hızlı yürür ve hep bir telaşe içinde olurdu. Her ikisindeki bu bir yerlere yetişmek arzusu ile paytak, hızlı ve telaşlı yürüyüşleri de benzemeye başlamıştı.
Eşeğinin iki yanında her birine yirmişer kiloluk, ikişer teneke sığan tahtadan yapılmış sandukalar vardı. Sabahın erken saatlerinde, Su Deposu’nun altındaki evinden çıkar, tatlı su çeşmesinden doldurduğu tenekeleri eşeğine yükler, semerin kaşına bağladığı bir iki su güğümü eşeğin sağından, solundan sarkardı. Abone müşterileri vardı.
Yaz o sene erken başlamıştı. O gün ilk sıcaktı. Çeşme başı epeyce kalabalıktı. Boyalcalı kadınlar, eşeklerine yükledikleri güğüm, bardak, senek ve helkeleri ile ‘gap, gacak’ ne buldularsa erkenden çeşme başını kapmış, sıra kavgaları henüz başlamamıştı. Evde akan çeşmelerinden vazgeçtim, köy meydanında mal, davar için acı su akan bir pınarları bile yoktu. Şehirden her gün su taşıma işi yaşlıların ve de bebelerin asli göreviydi.
O gün sıcak bir gündü…
Onu çeşmenin yan duvarına çömelmiş gördüm. Çeşme başındaki karıların şerrinden çekindiği için, istemeye, istemeye sırasını beklerken;
-Bugün geç kalmışsın, işin zor Mustafa dayı, dedim.
-He ya bugün işimiz zor, şu garıların arasından sıyrılıp suyu dolduramazsak işimiz kötü, akşam ezanına bitmez.
-Her gün böyle mi? Dedim.
-Geç kaldım, dedi. Hiç geç kalmazdım. Bilmem nasıl oldu?
-Sahi mi? dedim. Hiç geç kalmaz mıydın?
-Kırk senedir tatlı su satarım. Hiç geç kalmamıştım.
-Allah emeklerini zayi etmesin! Olur bazen insan.
-Yok, olmaz, dedi. Ben hiç geç kalmazdım.
-Bak ben her gün okula geç kalıyorum. Bugün lafa daldık gene geç kaldım. Olur, böyle şeyler?
-Tembellikten o, dedi.
O ilk sıcak günde bilmem daha ne sordum, o ne cevap verdi. Aradan günler geçti, unutmuşum. Çalışmaktan, tembellikten, acı sudan, tatlı sudan, şeer eşeğinden, susuz köylerden, kimya dersinde öğretmenimiz Sevim hanımın sorduğu ve sınıfta kimsenin bilemediği, Çankırı suyunun sertlik derecesinden söz açmıştık. Sonra o da yorulmuştu, ben de. En son:
-Okul ziline daha çok var mı?… Demişti.
-Sekiz buçukta, Mustafa abıca
-Saat kaç?
Dayımın sünnet hediyesi olan saate baktım, sekizi on geçiyordu.
-Sekizi on geçiyor, dedim.
-Hadi, hadi, lafa dalıp yine geç kalma, dedi.
Su sırası ona gelmişti. “Ya Allah” deyip, kaykılarak kaldığı duvar dibinden belini doğrultarak bi seferde ayağa dikildi, güneş yanığı, nasırlı elleri ile su tenekelerini hizaya koydu, her işi düzenli, intizamlıydı. Hamur yoğrulacak, yemek yapılacak evlerde tatlı su bekleyenler vardı.
Ben yürüdüm gittim. Okul zili çalıyordu, öğretmenler zili çalmadan yetişmeliydim, bizim orta bire başlamamızla yeni müdür olarak tayin edilen, aynı zamanda Almancamıza giren Cemil Yavuz, bayağı sert mizaçlıydı, hafta içi sinemaya kaçan ve biz bebelerin kapısının önünden geçmeye cesaret edemediğimiz, Yıldız kahvesine takılan ağabeyleri mum gibi yapmıştı, artık Taşmektebin yanındaki helada sigarada içemiyorlardı.
Birdenbire hastane köprüsü tarafından sesler geldi. Oraya bir kalabalık toplandı. Merak ettim, zili, mili unuttum geri döndüm, çeşme başına vardım ki, soluk gömleğinin düğmelerini, nasırlı elleri ile koparıyor, hızlı hızlı soluyordu. Etrafına insanlar toplanmıştı. Siyah çipil gözleri iri iri olmuştu. Güneş yanığı yüzü morarmıştı. Yamalı pantolonunun dizlerini dövüyordu. Durmadan;
-Ölüyor… Ölüyor… Allah! Allah! Ölüyor… Diyordu.
Bir ara siyah çipil gözleri ile bana baktı, çaresizlikten benden medet umuyordu.
-Yetiş İbrahim yetiş, ölüyo ekmek teknem gidiyo, Allah rızası için yetiş, diye ağlaşıyordu.
Ben ne yapacağımı bilemeden, karşıda, Hürrem Dolay gilin kiracısı olan Doktor Mahmut Sayın’ın kapısını mı çalsam, diye telaşe ile sağa sola koştururken, birden omuzunda antrenman çantası Aksu mahallesinden aşağıya doğru gelen Hüdai ağabeyi gördüm. Hüdai ağabey Ankara Veterinerlik Fakültesini okuyordu, bize ancak o yardımcı olabilirdi.
Koştum geçitte karşıladım Hüdai ağabeyi.
-Yetiş ağabey, ölüyo, dedim.
-Dur hele lan İbrahim, ölen kim? Kim ölüyo? Dedi.
-Sucu Hotti’nin eşeği ölüyo abey, dedim.
-Telaş etme bakarız, dedi, çok mu yaşlıymış.
-Ben bildim bileli su taşır abey, herhalde yaşlıdır, dedim.
-Öyleyse gidicidir, dedi..
Biraz adımlarını sıklaştırdı, eşeğin başında ağlaşan Sucu Hotti’nin yanına vardı. Nabzını tutar gibi eşeğin boynunu tuttu, iri gözleri hala açık ve canlıydı. Sucu Hotti, Hüdai ağabeye;
-Öldü mü? Öldü mü? N’olur bi şeyler yap. Diyordu.
Ellerini açıp dualar etti. Sonra sustu. Ne yapacağını bilemeden çaresizlikle nasırlı ellerini oğuştumaya başladı.
Yıllarca beraber su taşıdığı eşeğinin iri gözlerini bulut gibi bir beyazlık kaplamıştı. Palanını çözdü, semerini ve su tenekelerini yerleştirdiği sandukayı sırtından aldı.
Çeşme başında bulunan kalabalık, tatlı su için gelen at arabasına yükledi, çay kenarında bir yere gömmek için aldılar, götürdüler.
Hüdai ağabey, sanki genç olsa kurtaracakmış gibi;
-Çok yaşlıymış, dedi.
…………….
Merak edene:
1-Bazı gerçek karakterler ve isimler, olaylar ve mekanlar dramatikleştirmek için hikayeleştirilmiştir.
2- O yıllarda “Bardak” diye tabir edilen Çam ağacından oyulmuş su kabının resmi ektedir. “Bardak”ın küçüğünede “Senek” denirdi.
#Çankırı #hikaye #mazidekiÇankırı #su #tatlısu