Prof. Dr. YILMAZ ÖNGE(1935-28 Mart 1992)


-Yılmaz Önge’nin Mustafa Çerkeşî’ye ulaşan şeceresi-

Yılmaz Önge ismini duyanımız çoktur. Yüksek mühendis-mimar Yılmaz Önge, tarihî vakıf eserlerimizin tespiti, korunması, tanıtılması ve restorasyonu gibi konulara hayatını adamış bir âbide şahsiyettir. Vakıflar dergisinde yazdığı bir çok makalesini okumuştum. Onun anne tarafından -Çerkeşîzâdeler’e mensup olması hasebiyle- Çerkeş’de medfun Halvetîyye şeyhi Pîr-i Sânî Mustafa Çerkeşî (ö.1814) torunu olduğunu bilenler fazla değildir. Yakın zamana kadar ben de bilmiyordum. Çerkeşî-zâdeler üzerine çalışmaya başladıktan sonra öğrendim. Saffet Tanman’ın yazdıklarından sonra bu bilgiler, daha  fazla netlik kazandı.

Yılmaz Önge’nin annesi Ayşe Hanım, değişik yazılarımızda kendisinden bahsettiğimiz Saffet Tanman’ın ablasıdır. Ayşe Hanım, teyzesinin oğlu Dr. Ahmet Kemalettin Bey ile evlenmiş; Yılmaz Önge bu evlilikten doğmuştur.  Mehmed Bahaeddin Efendi(1873-1952)  dedesi; Saffet Tanman ise teyzesi olmaktadır.

Çok sayıda makalesi bulunan Prof. Dr. Yılmaz Önge’nin yöremizle ilgili 1962 yılında Vakıflar Dergisinde yayınladığı “Çankırı Darüşşifası” başlıklı bir yazısı bulunmaktadır.

 

                                                                                                              HAYAT HİKAYESİ

Yılmaz Önge

Yılmaz Önge, 01.01.1935 tarihinde İstanbul Bakırköy’de doğdu. Babası merhum doktor Ahmet Kemalettin Bey, annesi Ayşe Necdet Hanımdır. İlk ve orta öğrenimini Ankara’da Mimar Kemal İlkokulu ve Atatürk Lisesinde tamamladı. İstanbul Teknik Üniversitesi’ni yüksek mühendis olarak 1959 yılında bitirdi. 1959-1961 yılları arasında askerlik görevini ifa eden Önge daha sonra Vakıflar Genel Müdürlüğü, Abide ve Yapı İşleri Dairesi, Abideler Şubesinde restoratör mimar olarak ve mütehassıs müşavir olarak çalışmıştır. Yüksek mimar Ali Saim Ülgen’le (1913-1963) beraber birçok tarihi abidenin restorasyonunu gerçekleştirmiştir. Bu sırada A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Sanat Tarihi Bölümünde doktora çalışmalarına başlamıştır. 1971 yılında A.Ü. İlahiyat Fakültesi Türk ve İslam Sanatları Tarihi Kürsüsüne asistan olarak girmiş ve 1972 yılında “Anadolu Osmanlı ve Selçuklu Camilerinde Sebil ve Şadırvanlar” konulu tezi ile sanat tarihi doktoru ünvanını kazanmıştır. “Anadolu’da XII. – XIII. Yüzyıl Türk Hamamları” konulu tezi ile de 1978 yılında Doçent olmuştur.

1979 yılında Konya Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümündeki görevine başlamış ve 1985 yılında aynı üniversitenin Mühendislik-Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölüm Başkanlığına atanmıştır. 1978 yılında bu fakültede Profesör olmuştur. Üniversitede lisans ve lisansüstü eğitim ve öğretim çalışmalarının yanı sıra, bilimsel araştırmalar, kazı ve restorasyon çalışmaları yapmıştır. Sanat Tarihi ve Mimarlık Bölümünde 15’in üzerinde doktora ve yüksek lisans tezi yöneterek söz konusu bölümlerin kadrolarının yetişmesinde üstün gayretler göstermiştir.

Hayatının en verimli çağında 28 Mart 1992 günü sabah 9.00 sıralarında bir kalp krizi sonucu vefat etti. Cenazesi 30 Mart 1992 günü İstanbul Zincirlikuyu mezarlığında toprağa verildi.

Çok yönlü çalışmaları, ilginç konuları bulup çözümlemesi ile mimarlık tarihimize büyük katkılar yapmıştır. Bilimsel araştırmalarını Türk mimarisine, özellikle su yapıları üzerinde yoğunlaştırmıştır. Bununla birlikte Türk sanatının bütün sahalarına vakıf idi.  Türk sanatı, Türkoloji, Türk Tarihi ve Türk folkloru ile ilgili yurtiçi ve yurtdışı kongre ve sempozyumlarında araştırılmamış, orijinal konularda sunduğu çok sayıdaki bildirileri dikkat çekiyordu.

Selçuk Üniversitesi’nde Arkeoloji ve Sanat Tarihi, Mimarlık Bölüm Başkanlıkları başta olmak üzere birçok idari görevde bulunmuştur. Aynı zamanda S.Ü. Selçuklu Araştırmaları Merkezi başkanlığı yaptı. Kültür Bakanlığı, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Konya Kurulu Başkanlığı, Milletlerarası Anıtlar ve Sitler Koruma Kurulu (ICOMOS) üyeliği gibi milli ve milletlerarası koruma kurullarının üyesi idi. Ergül Hanımla evliydi ve Mustafa isimli mimarlık tarihçisi bir oğlu bulunmaktadır.[1]

BAŞKA  BİR MEŞGALE İLE DİNLENME   

” Rahmetli dostumuz Önge, eğer boş zamanı varsa, kendini fazla yorulmuş hissederse, hemen başka bir işle dinlenmeğe çalışırdı. Eğer zihin isyan ederse, bu seferde ağaç oymacılığı yapardı[2]. İyi bir hakkaktı. Türk motifleri üzerinde çalışırdı. Rahmetli Ord. Prof. Dr. Ahmed Süheyl Ünver’den tezhip, süsleme, kalemişi dersleri de almıştı. Mimari ile sanat tarihini bütünleştirmiş, istisnaî kişilerden biri idi. Süheyl Hoca’yı kendine rehber edinmişti. Rehberi gibi kendisi de iyi kalpli, yardımsever, dürüst, çalışkan, vatanına, milletine gönülden bağlı, Osmanlı kültürünün bütün inceliklerine vakıf, eski İstanbul Efendisi tarzında kendisini yetiştirmiş ender ilim adamlarımızdan belki de sonuncusuydu. Kendisini tanımak, yakın dostluğunu kazanmak, şahsen bizim için iftihar edilecek bir olaydı.”

VEFÂTI

Rahmetli Önge, vefatından bir gün önce, eşi Ergül Önge’nin doktora yeterlik imtihanına, Prof. Hatice Örcün Barışta, Prof.Dr.Ömür Bakırer ile birlikte girmiş, daha sonra, Sahip Ata Fahrüddin Ali’nin türbe ve camisini aynı heyetle birlikte gezerek ilmi tartışmalara girmiş, Ramazan’da aynı gün cuma namazını edâ etmiş, asistanlarına ve meslektaşlarına 50 kişilik iftar yemeği vererek, o akşam bütün masaları dolaşarak, meslektaşlarıyla bir nev’i vedalaşmış, o akşam yatarak ertesi günü olan Cumartesi sabahı saat 9.00 ‘da ebediyete intikal etmiştir. Ruhu şad olsun !… O’nun gibi bir insan, Vakıflar Genel Müdürlüğüne, Türk Sanatı ile uğraşan müesseselere hiç bir zaman gelmeyecek, bıraktığı boşluk, hiç bir zaman doldurulmayacaktır. Bize kalan bu bâki kubbede hoş bir sedâ ile Türk sanatının çeşitli konularına ait yüzlerce makale ile tek oğlu Mustafa …” [3]

  ECEL TAHTASINDA

“….Gözümün önüne başka bir resim geliyor umutsuz zamanlarda. Bu resim, benim için özverinin, kadere meydan okumak kadar kaderi kabullenmenin, problemlere inat yaşamanın, bilime, bilgiye duyulan sevginin resmidir. Karapınar’da Sultan Selim Külliyesinin minaresinden, şerefenin mukarnaslarını ölçmek amacıyla, taş ustalarının “ecel tahtası” dediği salıncakvarî, emniyetsiz düzenekle sarkan kasketli bir adamın ve ona korkuyla bakan, bağlı olduğu ipleri sıkı sıkı tutan daha genç birkaç adamın resmi. Kalbinin sıkışmasına aldırmadan ecel tahtasına oturan o kasketli adam benim babamdı. Onun, hayatta iken, ecdadı olan Horasan erenlerine belki de en çok yaklaştığı, bu insanın yüreğini ağzına getiren sahneyi ne annem ne de ben görmüştük. Hatta fotoğrafları olmasaydı hiç haberimiz olmayacaktı. O gün o ipleri tutanlar ve o fotografları çekenler düşünceli davranıp, o fotografları, çekildiği tarihten çok sonraları bize ulaştırdılar. Öyle ki, tedbirsizliği için babama kızamadık bile. Umarım onların yetiştirdikleri de onlara böylesine bir saygı ve sevgi ile bağlı olup hayatlarına bağlı ipleri ellerinden bırakmazlar

Bazı şeyleri hem anlamak hem de anlamlandırmak zaman alıyor. Keşfetmenin ve öğrenmenin heyecanıyla neler yaptığımı hatırlıyorum, bahsettiğim resme baktıkça… Stajım esnasında, ince Minareli Medrese’nin kubbesinde, kontrollerin çıkmaya cesaret edemedikleri yüksekliklere işçilerle beraber iptidai iskelelerle çıktığımı, her tuğla kırığını, çürüyen her taşı dikkatle incelediğimi hatırlıyorum. Çok değil beş yıl kadar önce y.lisans tezim olarak çalıştığım Zazadin Hanı’nın yerden oniki metre yükseklikteki kısmen yıkık kubbesine, soğuk ve rüzgarlı bir eylül gününde, cebimde lazerli metre ve küçük bir bloknotla tırmanıp ölçü aldığımı, annemin aşagıda korku içerisinde beni izlediğini hatırlıyorum. Lakin halen kendimde ecel tahtasına oturacak cesareti bulamıyorum. Kim bilir belki bir gün onu da yaparım. Yaparsam eğer, benden öncekileri taklit etmek için değil, belki babamın ne hissettiğini anladığım için yaparım. Daha önce de yinelediğim atasözündeki gibi, Tarih tekerrürden ibaret. Lakin, zaman, her gün doğumunda, insana farklı bir resim gösteriyor…”

Onun Türk-İslâm kültür ve medeniyeti  eserlerine verdiği değer ve emek, ehlince bilinmektedir.  Kendisine Cenâb-ı Hak’dan sonsuz rahmetler niyâz ederim.


[1] Haşim Karpuz, “Prof. Dr. Yılmaz Önge”, Türk Kültürü, Sayı:350, Ankara, 1992, s.49-53.

[2] Önge’nin dedesi Çerkeşşeyhi-zâde M.Bahaeddin Efendi, Mustafa Kemâl Paşa’ya ceviz ağacından oyarak işlediği bir yazı takımı hediye etmiştir. Bu yetenek dedesinden tevarüs etmiş olmalıdır.

[3] Sadi Bayram, ‘Bir Çınarın Ardından… Yılmaz Önge Dostumuz Hakkında Kısa Anekdotlar..’ 14 Şubat 1994.


Çankırı Araştırmaları Sitesi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için abone olun.

Yorum bırakın